Okuyucu Sayacı
21 Eylül 2012 Cuma
Sayın Bayan
En dibe batmak bazen iyidir dediler. Çünkü kaybedecek hiçbir şeyin kalmaz! İyi, güzel de hep dipte mi atacağım voltamı? Beni dipten çıkaracak bir "dal"a ihtiyacım yok mu? İşte o dal öyle bir anda gelir ki; artık mahkumum en dibe dediğin anda tek hamlede çıkarıverir seni. Bir daha bırakmak istemezsin hiç, bırakasın gelmez. Ben o dalla varım artık. Beni bana armağan eden o! İşte böyle bir şey yeniden sevebilmek...
Birbirini taklit eden günlerde o dalın hayatında var olduğunu hissetmezsin bile... Sen bulmayacaksın zaten, böyle yazılmamış kitapta. O "ben burdayım!" diyecek. Sen de virgül koyduğun yerden devam edeceksin hayata, onunla... Artık paylaşma vakti!
Aynı ortamda olmamıza rağmen birbirimizin farkında bile değildik. Belki de yapılan aynı espriye gülüyorduk ama en fazlası buydu işte! Sonra bir baktık aynı sınıfa düşmüşüz. İşte o zaman fark ettim sendeki benliğimi... Nasıl yaklaşabilirdim sana? Bir dokunuş, bir kahve ısmarlama... Belki ders notlarını verirdin bana. Belki de çok güldürürdüm seni. Derse geldiğimde "merhabalar" deyişinle tanırdım. Çok güldüğünde kahkahalarını insanların kıskanmasını isterdim. Sen de bir elini yanağına koyup önüne dönerdin. Hem seni tanımama izin verirdin. Belki severdin beni. Kendini sevilmeye bırakırdın. Sana seni sevdiğimi her söylediğimde başını önüne eğerdin utangaçlığından. ... Derken sonunda uçup gitti ağzımdan yüreğimdeki kelebekler.
__ Peki ya neden ben?
__ Bilmem sadece oturduğun ilçe bize yakın diye... Hem aileyle tanışma, kız isteme, gelin alıcı falan da zor olmaz.
__ Saçmalama! Böyle bir şeye asla inanmam.
__ Tamam, tamam. İçimdekileri açıklayamadığım için sensin. Telefonum her çaldığında inşallah sendendir diye düşündüğüm için sensin.
__ Peki ya 1 yıl ömrüm kaldı desem sana?
__ O zaman "hemen evlen benimle!"
__ Niye evlilik? Son 1 yılını mükemmel geçir mi diyorsun?
__ Kesinlikle! Hem dünyayı gezeriz. Nereyi istiyorsan gösteririm sana. Belki çocuk yaparız...
Belki de tüm bu bilinmezliğe aşık oldun sen de, seni açıklayamamama... Hem önce köye götürürüm seni, amcamlara... Başında ilk defa bir yazma görürüm bu sayede. Şeftali toplarız. Traktörün kasasına bineriz. Hem belki kasadan inerken yardım ederdim sana. Belki de "bırak, ben kendim inerim!" deyip şehir kadınlığına meydan okurdun. Sonra evlenirdik, eğlenirdik hatta. En coşkulu düğün bizimkisi olurdu. Senin çocukluk arkadaşların, benimkiler... Üniversite arkadaşları falan filan. Sonra kızımız olurdu 1 tane. Görenler "anasının kızı" derlerdi, sapsarı altın saçlarıyla... 1 gün gideceğini hissederdi, sana benzerdi ama beni daha çok severdi... Saçlarını hep bana taratırdı, yemeğini benim elimden yerdi.
__ Yok, hayır, anlatma! Duygulanırım... Peki ya ölürsem? Bunları yaparsan ben görememiş, hissedememiş olacağım.
__ Sen ölürsen değil sen olursan bunlar olur. Asıl sen olmazsan ben ölürüm!
Hem belki evimizi 1. harikalar krallığı ilan ederdik ta ki televizyon karşısında fenalaşana kadar. Sağ avcun yüzümde, gözlerimden yaş değil de kan akıyor artık. Dizlerimin üstünde geçmez ki böyle hayat! Gitmek bu kadar erken olmamalıydı. Hem ben ne yapacağım şimdi? Senden kalan günlerle nasıl yaşayacağım?
Sana bir oda ayırdım üst katta. Duvarların her santimi fotoğraflarınla kaplı. En büyüğü de kızımıza hamileyken nehir kenarında benim çektiğim, hani şu başında gökkuşağı renkleriyle bezenmiş bantınla olan... Sol tarafta da beni bırakıp gittiğin koltuğun! Hala senin doğum sancıların, göz yaşların var o koltukta. Senin terin, senin kokun...
Kızımız 5 yaşına bastı bugün ve nihayet "annem nerede?" diye ağladı. Sen gittikten sonra zeytinli açma yemez oldu bizimkisi. Saçlarını da kendi tarıyor artık. Bazen bir kahkaha atıyor evin içinde, sen geldin sanıyorum. Düğmelerini bile kendi ilikliyor. Beni sorarsan, pazar kahvaltılarına 1 tabak daha az koyuyorum işte. Reçeli çıkartımıyorum, yenmiyor pek. Ekmek kızartıyorum ama halâ. Yemekten sonra 1 sigara daha yakıyorum sana 1 adım daha gelebilmek için... Seneye okula başlayacak küçüğümüz. Cevaplayamayacağım sorular soracak, belki de düğmelerini senin iliklemeni isteyecek, çorabını senin giydirmeni... Sanırım artık söyleme vakti sadece yazılarda var olduğunu...
14 Eylül 2012 Cuma
Duygu Katili(3. Şahıs Olmak)
3. şahıs olmak dendiğinde aldatmak çağrılıyor aklımızın odalarından. Bir sevgiliye, bir aşka ortak olmak isteyen 3.biri. Bir bölücü... İhanetiyle geliyor, bir gün gideceğiyle geliyor.Gelip, yakıp yıkmak için... Bir insan kaç kere 3.şahıs olabilir ki? Ya da şöyle sormalı bir insan kaç kere kendini öldürebilir? Bu 3.şahıs ilkinde gelir, ne varsa alıp götürür kendine ait olmayan... Ardında ihanet ve kin bırakır. İnsanların geleceğini çalar. Hem de kimseye sormadan! Neden? Çünkü sever... Ayıran olsa bile, sever.
2. olarak da seversin, aşık olursun. Sen onu seversin o da başkasını... Ona göre yine 3.kişisindir. Onun kalbinde yer yoktur sana. Bir affı bile yoktur onu sevmenin.. Ama sen "o mutlu olsun da beni sevmese de olur" dersin. Gümüş renkli günler siyah-beyaz olur artık. Etrafı tekrar renkli görememekten korkarsın. Gökyüzü gökkuşağını kaybetmiştir artık senin için. Kuşlar görünmeyen yerlerde uçar. Yazın başlangıcında leyleği havada görsen bile senin için bir şey ifade etmez, bilirsin. 3. kişiler telefonlarını kapatır. Kendilerini dinlemeye alırlar. Derler ki "acaba beni merak edip arayanlar, soranlar var mı?" Yatağının üstüne ters koyduğu telefonunu usulca kaldırır. Basar açma tuşuna. Bu arada mutfağa gider bir şeyler atıştırmaya. Hem o sırada telefon çoktan açılmış olur diye düşünür. Gelir nihayet. Telefona gülümseyerek bakar, elinde kalan yediği cipslerin kırıntılarıyla birlikte... Yok! Ne arayan, ne de soran... Hayat, işte o anın fotoğrafını çeker ileride yüzüne vurabilmek için, ders alabilmek için... Aşktır bu aşk! Aşık acı çekmeyi sevilmekten daha çok hak eder. Bu yüzden hep 3.şahıs olur.
Gelelim artık en nefret edilen 3.şahsa... Çünkü ilişkide barındırır kendisini. Hem de ihanet ve kin duyguları olmadan... İlişkiyi yaşayanlardan birinin istemediği bir durum karşısında diğeri tarafından bulunan 3.kişi... Nam-ı diğer "pis işleri yürüten şahsiyet!" 3. kişiyle alakalı olan kendi yapamadığı durumu 3.kişiden yapmasını ister ama bu 3. kişi karşı cinsten olmalı. Güçlük olacak, cesaretli olacak, ha bir de işini gördüğü kişinin sevgilisi bilmeyecek durumu. Sır tutmayı iyi bilecek yani! İşini gördürten kişi kadın oldu mu işte o zaman yandın! .Cazibeyi kullanmalar, rica etmeler, dostluğun gerekliliklerini hatırlatmalar ve en sonunda da tripler... Sen yapmak zorundasın artık. Sen 3. kişisin çünkü! Senin duygularının önemi yok. O anlatır da anlatır. Nasıl yapman gerektiğini söyler, hiçbir zaman pürüz istemez. Sana ne kalır? Uygulamak... Sen artık bir piyonsun(!)... Ama başarılı oldu mu da senden büyüğü olmaz. En büyük minnet duyguları da sana duyulur, unutmak için. Çünkü aradan zaman geçince "ya o zamanında bana böyle büyük bir iyilik yapmıştı." demez. Senin ruh halin, gel-gitlerin onu zerre ilgilendirmiyor artık. Kavga ettiğinizde alttan almaz, sende sadece kendini görür çünkü, kendi yaptırdığı ve yaptıracağı işleri...
Sen ise en zor olanı yaparsın. Kendinden nefret edersin, kendini hiç telakki edersin. Yine de yaparsın. Peki ya niye? İnsanların senin gururunu okşaması için yaptıktan sonra duyacağın 2 güzel söze kanarsın. Kendinden vazgeçersin. Oturup bir sigara daha yakarsın. Daha fazla içersin, daha fazla yazarsın. Yine de seni sana armağan edecek bir şey yok, bilirsin... Bir masabaşında günlüğe not edilirken yakılan bir sigaranın dumanı gibi o sapsarı ışıkta yavaş yavaş üflenip usulca kaybolursun, belki de hiç okumadığın o kitapların arasında... Başın döner, başın döner de yine de kendini hatırlayamazsın. İşte bilerek 3. şahıs olmak bu, isteyerek değil! Tüm bunları sana yaşattıkları sürece manası yoktur artık ne duyabilmenin ne de hissedebilmenin...
2. olarak da seversin, aşık olursun. Sen onu seversin o da başkasını... Ona göre yine 3.kişisindir. Onun kalbinde yer yoktur sana. Bir affı bile yoktur onu sevmenin.. Ama sen "o mutlu olsun da beni sevmese de olur" dersin. Gümüş renkli günler siyah-beyaz olur artık. Etrafı tekrar renkli görememekten korkarsın. Gökyüzü gökkuşağını kaybetmiştir artık senin için. Kuşlar görünmeyen yerlerde uçar. Yazın başlangıcında leyleği havada görsen bile senin için bir şey ifade etmez, bilirsin. 3. kişiler telefonlarını kapatır. Kendilerini dinlemeye alırlar. Derler ki "acaba beni merak edip arayanlar, soranlar var mı?" Yatağının üstüne ters koyduğu telefonunu usulca kaldırır. Basar açma tuşuna. Bu arada mutfağa gider bir şeyler atıştırmaya. Hem o sırada telefon çoktan açılmış olur diye düşünür. Gelir nihayet. Telefona gülümseyerek bakar, elinde kalan yediği cipslerin kırıntılarıyla birlikte... Yok! Ne arayan, ne de soran... Hayat, işte o anın fotoğrafını çeker ileride yüzüne vurabilmek için, ders alabilmek için... Aşktır bu aşk! Aşık acı çekmeyi sevilmekten daha çok hak eder. Bu yüzden hep 3.şahıs olur.
Gelelim artık en nefret edilen 3.şahsa... Çünkü ilişkide barındırır kendisini. Hem de ihanet ve kin duyguları olmadan... İlişkiyi yaşayanlardan birinin istemediği bir durum karşısında diğeri tarafından bulunan 3.kişi... Nam-ı diğer "pis işleri yürüten şahsiyet!" 3. kişiyle alakalı olan kendi yapamadığı durumu 3.kişiden yapmasını ister ama bu 3. kişi karşı cinsten olmalı. Güçlük olacak, cesaretli olacak, ha bir de işini gördüğü kişinin sevgilisi bilmeyecek durumu. Sır tutmayı iyi bilecek yani! İşini gördürten kişi kadın oldu mu işte o zaman yandın! .Cazibeyi kullanmalar, rica etmeler, dostluğun gerekliliklerini hatırlatmalar ve en sonunda da tripler... Sen yapmak zorundasın artık. Sen 3. kişisin çünkü! Senin duygularının önemi yok. O anlatır da anlatır. Nasıl yapman gerektiğini söyler, hiçbir zaman pürüz istemez. Sana ne kalır? Uygulamak... Sen artık bir piyonsun(!)... Ama başarılı oldu mu da senden büyüğü olmaz. En büyük minnet duyguları da sana duyulur, unutmak için. Çünkü aradan zaman geçince "ya o zamanında bana böyle büyük bir iyilik yapmıştı." demez. Senin ruh halin, gel-gitlerin onu zerre ilgilendirmiyor artık. Kavga ettiğinizde alttan almaz, sende sadece kendini görür çünkü, kendi yaptırdığı ve yaptıracağı işleri...
Sen ise en zor olanı yaparsın. Kendinden nefret edersin, kendini hiç telakki edersin. Yine de yaparsın. Peki ya niye? İnsanların senin gururunu okşaması için yaptıktan sonra duyacağın 2 güzel söze kanarsın. Kendinden vazgeçersin. Oturup bir sigara daha yakarsın. Daha fazla içersin, daha fazla yazarsın. Yine de seni sana armağan edecek bir şey yok, bilirsin... Bir masabaşında günlüğe not edilirken yakılan bir sigaranın dumanı gibi o sapsarı ışıkta yavaş yavaş üflenip usulca kaybolursun, belki de hiç okumadığın o kitapların arasında... Başın döner, başın döner de yine de kendini hatırlayamazsın. İşte bilerek 3. şahıs olmak bu, isteyerek değil! Tüm bunları sana yaşattıkları sürece manası yoktur artık ne duyabilmenin ne de hissedebilmenin...
13 Haziran 2012 Çarşamba
Kardelen
Şu an uzun zamandır olmak istediğim yerdeyim. Yanıbaşında... Aylar önce hayal ettiğim, beynimde fotoğrafını çektiğim manzaranın tam ortasındayım an itibariyle. Okuduklarımı sana okuyor, yazdıklarımı sana yazıyor gibiyim. Çıkıp geliversen şaşırmam herhalde şu an. Huzurun tam ortasındayım. Kulağımda kulaklıklarım olmasına rağmen kuşların cıvıltılarıyla bize eşlik ettiklerini duyabiliyorum.
Acaba büyüseydi ne olurdu, nasıl bir genç kız olurdu? cümlelerini kendime sormadan edemiyorum. Bugünü unutmamak için bir gül aldım senden... İnsanın gitmesi ne kadar kötü bir durum! Bizi Yaratan bencil mi? Niye hep sevdiklerini yanına erken alır, biz onları yaşayamadan?
Seni özlüyorum artık. Ben, bana gülümseyerek bakmanı istiyorum. Rüyamda olsan dahi gül o güzel yüzünle ey çocuk! Umarım bu samimiyetimi çok görmezsin. Şu an beni yanına götürecek olsalar kesinlikle ve kesinlikle red etmem. Galiba dünya artık her geçen gün yaşanabilirliğini yitiriyor...
Küçükken çok korkardım şu an senin emanet olduğun yerden. Şimdi ise yazıyorum sana çünkü küçücük bir kız çocuğu var burada. Ben onla pek samimi olmasam da ses tonunu dahi pek hatırlamasam da o beni seviyor, biliyorum.
" Ölmek " ne kadar kolay bir eylem değil mi çocuk? En ufak sıkıntımızda ölümü düşürmeyiz dilden. Halbuki ufacık yaşlarda beyaz bir gelinliğe sarılıp babanın kollarında ebediyete uğurlanmayı bilmeyiz. Henüz 10'unda kader defterini yazan kaleminin mürekkebinin bitmesi... Olacak iş değil! Sen ölmedin çocuk! Sadece Allah seni bizden biraz daha çok sevdi, o kadar...
Senin ismini niye " Sıla " koydular be çocuk? Niye bu kadar büyük bir yükü yüklediler sana? Niye ismini duyduğunda hep hüzünlendi arkadaşların? Hem adın Sıla değil de başka bir şey olsaydı oynar mıydın bizimle yine saklambaç? Belki saklanmayı bu sefer başarırdık ha çocuk? Yine koşar mıydık ağaçların altında, patlatır mıydık çamlak çömleği? Niye erkenden gittin, nedir bu beyaz tutkun be çocuk! Bizi bekle orada emi, kal sağlıcakla...
10 Mayıs 2012 Perşembe
İlgisizlik Kaderi
Güleç insanların kaderlerinin kaçınılmaz sonu bu: ilgisizlik… İnsanlar hep güleçler ağlamaz sanarlari pozitif insanlar ya her şeye gülümseyerek karşılık verirler ya ağlamaz der bizimkiler. Bilmezler güleç insanın morali bozuk olduğunda hemen anlaşılacağını. Onu o anda hiç güldüremezsiniz biliyor musunuz? Çünkü o gülmenin hakkını tam verenlerdendir. Ya hep güler ya hiç gülmez, sırıtmaz bile. Gülmenin bir beceri olduğunu bilir. Herkes birçok şeyi yapabilir ama bunları yaparken yaşayamaz. Mesela gitar çalmak, fotoğraf çekmek… Çağımızın günlerinde ‘ ergen hastalığı ‘ deyip eziyoruz. Zaten onların yaptığı gitar çalmak ya da fotoğraf çekmek değil, kendilerini oyalamak ancak yetişkinler olarak bunun farkında değiliz etiketi yapıştırıveriyoruz hemen. Onlar ne kadar gitar çalıyorum, fotoğrafı hem iyi çekiyorum hem de iyi çekiniyorum diye kendilerini kandırıyorlarsa biz de kendimizi ‘ bunlar ergen hastalığı ‘ diyerek kandırıyoruz. Aslolan gitarı çalmak değil gitarı yaşamak… O yüzden gülmek de böyle bir fiil. Komik bir olara tepki değil, insanları hayata bağlayan, karşındakine gülümsemeyi yaşatan bir gerçek olmalı gülmek… Hatta istemeli insan karşısındakinin bir daha gülmesini. Hiç olmadık bir zamanda, bir yerde uçurumdan aşağıya düşenin elini tutan eldir bir gülücük, huzur bahçesidir…
Güleç insan gülmediğinde ciddi bir sorun var demektir. Önemsenmek ister. “ Niye böylesin, neyin var? “ sorularını duymak ister ama duymaz. Bu onun kaçınılmaz sonudur, kendisine çevresinden armağan edilen bağışıklıktır. Oysa içindeki bütün tufanı dindirecektir o sorular. Halbuki o etrafındakilere defalarca sormuştur hatta ve hatta zorla anlattırdığı olmuştur. Aklında bir sürü soru işareti vardır ve kendi tufanında boğulur artık. Bütün bunlar tek soruya dönüşür: İnsanlar bu halimi fark etmeyip beni gerçekten hissedemiyorlar mı yoksa dinlemek mi istemiyorlar? Bütün bunları kendi de yorumlamak, cevaplamak, başkalarına anlatmak ister ama anlatamaz çünkü soranı yoktur…
1.Dereceden ' Aşk '
Gözümü açtığımda nerede olduğuma dair hiçbir fikrim yoktu. Karanlık ve soğuktu, ürkütücüydü. Parmaklarımın uçlarını hissetmiyordum, içim titriyordu. En son hatırladığım sarı ışıkların olduğu bir sokakta bir şeyler aradığımdı. Hatırlamaya başladıkça içimi neye duyduğumu bilmediğim bir heyecan kaplıyordu. Gecenin karanlığında yağmur çisiyordu. Telaşlı telaşlı koşturuyordum ben de bir o yana bir bu yana… Bir sonbahar tablosu gibi geliyordu aklıma hatırladıklarım; soğuk, hissiz, yetersiz… Uzun girişi olan müstakil bir ev hatırlıyorum en son. Merdivenlerin iki tarafında oturmak için yerler var. Sağ tarafta küçük bir kız çocuğu diz çökmüş, gecenin verdiği ürpertiyle olan biteni anlamaya çalışıyor.
Hatırlamak için hafızamı zorlarken derinlerden bir kapı sesi duydu. Nereden geldiği belli olmayan ışık kümesi bulunduğum yere izinsiz girmeye çalışıyordu ve devamında kalın bir ses: “ Kalk ayağa! “ Yerimde doğruluyorum. Ayağa kalkıyorum ki her yerim tutulmuş, ayazın ortasında terk edilmiş gibiyim… O ses “ Yürü! “ diyor bana. Yavaş yavaş anlıyorum nerede olduğumu, sanırım bir cezaevindeyim. Sağlık kontrolüne götüreceklerini söylüyorlar. Duyduğum kelimelerin yaşattığı şaşkınlıkla etrafıma geçici cevaplar veriyorum, yüzümde doğduğumdan haberdar olmamışım gibi bir yüz ifadesi… Karşımda doktor, bana sorular soruyor. Vücuduma dokunuyor, nereye dokunsa öyle bir acıyor ki sanki dokunmuyor da yumruklarını sıralıyor peş peşe. Alıp beni daha aydınlık bir yere getiriyorlar. Gelen gardiyan hakim karşısına çıkacağımı söylüyor ama ben daha suçumu bile bilmiyorum. Anlamsız anlamsız bakıyorum etrafa. Sanırım müebbet verdi hakim ama kimin umrunda? Benim aklımda hala o küçücük kızda…
Bugün buraya gelişimin bilmem kaçıncı yılı bitti. Oysa daha dün gibi hatırlıyorum her şeyi. İçeriye girdiğimin haftasında bir kağıt bir kalem istemiştim, çok heyecanlı olduğumu yazmışım, bana sorarsanız o heyecan hala aynı ilk haftasındaki gibi. Tabi yazdığım her satırda o küçücük kız var, burda olduğumu bile unuttum ama onu unutamadım. Kimdi, orada ne işi vardı? He bu arada sağlık raporunu merak edip sordum gardiyanlara. “ 1. dereceden aşık “ olduğumu yazmış doktor. Defalarca aşk nöbeti geçirmişim, hep onu sayıklamışım, her yol ona çıkıyor deyip durmuşum.Ondan kapatmışlar beni buraya. O sokakta ben kendimi arıyormuşum meğer…
O küçük kıza ne olduğunu ben de bilmiyorum ama tahmin edebiliyorum mahallenin parkında yabancı çocuklarla oynadığını…
Karanlıktan Şafağa
Mutfakta kahve kavuruyordum kendimce. E insan bu yaşlarda başka zevke sahip olmaz değil mi? Yaşlı bir adamdım artık ve evimi yalnızlığımdan başka paylaşacak kimsem yoktu. Hayatı kendime göre yaşatıyordum. Her sabah caddeyi gören pencerenin kenarına oturup ardına kadar açardım pencereyi, eve bereketin girmesine izin verirdim. Güneş benle doğar, yeni güne birlikte başlardık. Ara sırada kahve kavurarak bayram havası yaşatırdım evde, tıpkı şimdiki gibi. Sacı ısıtırdım önce, kızgın hale geldi mi kahve çekirdeklerini koyduğum an iş tokmağıyla dövmekte. Çekirdeklerin çelimsiz olduğu vakit yağ gezdirince üstüne kahve içindeki kokuyu armağan eder eve. Bereketin kokusu bu! Tıpkı yağmurun toprağa armağan ettiği gibi. Unutmadan söylemeliyim ki kahveyi kavururken yağdan önce ter girecek sacın içine. Öyle terlemeden kahve içmek basit. Ancak önemli olan kahveyle birlikte anılarla alışveriş yapmak...
Rahmetli dedem geldi aklıma. Biz onla otururken annem de bize poğaça yapardı. Dedem eline alırdı bir poğaçayı, kapardı gözlerini saniyelerce koklardı. ' İşte bunda emek vardı!' derdi. Annenin alınteri bunda, içindeki buğdayın yetiştiği toprak kokusu burada. Aslında poğaça yemiyoruz biz, buğdayı eken, sulayan, biçen, un haline getiren çiftçinin hakkını veriyoruz.
Dedemin bu tarz hikayeleriyle büyüdüm ben. Her kahvede, her poğaçada farklı bir hikaye. Şimdilerde o hikayeler anı olarak geri dönüyor bana. Küçükken hep büyümek isterdik, orta yaşlarda pişman olurduk, son demlerde ise hepimizin ağzında aynı cümle: ' Ben senin yaşındayken... ' Geçmiş denen şey kıymet bilemediklerimizden ibaret. Koca koca ağaçlara yaslanıp ekmek yemek, yazın kavurucu sıcağında teninle barışık olan rüzgar şimdi çok eskilerde.
Anılarda kaybolup giderken kapkaranlık bir dünyada buluyorum kendimi. Gözlerimi açmaya çalışıyorum, bir şeyler göreyim diyorum ama nafile. Elimle yokluyorum etrafımı ama sanki karşımda hareketli bir ayna var. Ben deyince o da bana deyiyor. Çok derinlerden sesler duyuyorum, sanırım annemle babamın sesleri. Kurtulmak istiyorum bu karanlıktan! Peki ama dışarısı çok mu aydınlık? İlerleyen zamanlarda o sesler bana güveni beraberinde getiriyor. Yepyeni bir ' ben ' olacağım artık. Sesler iyice artıyor, birbirine karışıyor. Galiba dışarısı kalabalık. Peki bunca insan biraraya gelip ne yapıyor? Acaba beni mi bekliyorlar?
Kendimi Sevmediğim Günler
Hani derler ya ' Sözün bittiği yerdeyim... ' Aslında bir sonun başlangıcı bu. Söz bitiyorsa elbet yerini düşünceye bırakıyordur. İşte bende düşüncenin bittiği yerdeyim. Artık akıldan geçen kelimelerin kağıt üstünde kalemle raks etme zamanı. Aslında afilli bir başlık yazıp altına da kocaman ' Ne baktın ki? Sana monotonluğun nesini anlatayım? ' demek vadı ancak muttaki biri değilim. Sanırım bu tek söz işi ceketi alıp çıkmaya benziyor, tabi bana göre değil.
Şöyle bir söz vardır ya ' İnsan ailesi Ve Tanrısı dışında her şeyde seçim yapabilir.' Yalan! Akıllı olmayı da seçemeyiz mesela. Ama yaklaşabiliriz her gün bir öncekinden daha fazla çalışarak. Tabi tüm bu durumlarda egoizmden uzak durmak lazım. Bunları yaparken etrafa gülücükler savurmayı unutmamak lazım. Dünyayla birlikte başkalaşmak lazım yani.
En başında hep şikayet edersin, hakkımı yediler ya da ben bu emeklerin karşılığını hak etmiyorum dersin ta ki olayı etraflıca düşünene kadar çünkü kelebeğin kanat çırpışlarından fırtına çıkabileceğini sonralarda görürsün. Çekilirsin bir köşeye ve aklında tek bir cümle: ' Ben nerede yanlış yaptım?' Dinlediğin müzik ağırlaşır, ne uyuduğun zamana önem verirsin ne de yediğin yemeğe. Sabah kalkıp yüzünü yıkamak bile artık ekstra bir iş senin için... ' N'apıyorsun? ' diye mesaj atan arkadaşların ' müzik dinliyorum ya da herhangi bir şey yapıyorum ' cevabı yerine ' yaşamaya çalışıyorum ' tepkisini alırlar artık. Bir süre sonra her şeye tamam der kimliğine de bürünürsün. Hatta Azrail gelse git demek gelmez içinden. Geceler daha verimli senin için, en dürüst arkadaştır hayatında karanlık da olsa... Çünkü sırf sen üzülme diye ne varsa saklar içinde. Sen de kulaklığı takıp taşınırsın başka diyarlara. Ne insanların yanında olabilirsin ne de onların senin yanında olmalarına izin verirsin. Bir davette bulunan arkadaşına ' hayır ' ı yapıştırmak senin için artık çok sıradan, sen özgürsün ve en beklenmedik zamanda en beklenilmeyeni yaparsın. Uzaklaşmak istersin, telefonu kapatıp günlerce açmamak istersin ama anlarsın ki bu sahnelersin sadece filmlerde olduğunu... Sonra hayat bu dersin: ' Seni ne içine katıyor ne de senden vazgeçebiliyor! '
Düşünürsün acaba en son ne zaman mutlu oldum diye ama görmezsin içindeki huzuru. O bir tutam huzur seni Allah'a bağlayan ışıktır, bilmezsin. Sonra dersin ki ' Herkes gider ama O kalır! ' Bir bakarsın kendini şizofrenik dünyaların içinde bulmuşsun. Hatta psikoloğa gidip ' Ben bunca şeyi düşünmeme rağmen sen benim çözemediğim neleri çözeceksin? ' diye sorasın gelir. Her şey sana artık boş ve bir o kadar da yalın... Hobilerin bile anlamaz dilinden.
En sonunda gereksiz tepkiler, kavgalar. Uzak diyarlardan gelip, esip gürlersin ama bilirsin ki o içindeki ateşin seni bile yakmayacağını... Ne yapsam, nasıl yapsam da içimdeki monotonluk maratonunu insanlara anlatabilsem. İşte o zaman hayat seni kendinle başbaşa bırakır ve bir Temmuz akşamı ' Kendimi Sevmediğim Günler ' i yazarsın...
Hayat Ne Renk Kokar?
Hayatta iyi ya da kötü insan yoktur diye giriyorum söze. Öyle birine göre iyi ya da kötü değil bu tüm insanlığa göre. Çünkü insanlığın nefretini kazanmış biri yoktur hayatta. Bize göre kötü olan biri elbet birinin kahramanıdır. Öyle olmasaydı siyahla beyaz dışında hangi renk olurdu hayatta? İnsanların kişiliklerine göre ya da bazı olaylara göre sınıflandıracağız bu renkleri ama bırakın karakterleri dinlediğimiz şarkıdan tutun yediğimiz yemeğe kadarrenk değişikliği yaşarız. Hatta yolda yürürken hatırlamak istemediğimiz birinin parfüm kokusunu duyduğumuzda rengimiz anında değişir.
Gelelim renk analizlerine... Öncelikle kahve tonuyla başlamak istiyorum. Krem, kahverengi artık aklınıza hangi tonu geliyorsa. Ben bu rengi hayatta pasif insanlara benzetiyorum. Yanına ne kadar canlı renk koyarsanız koyun o yine solgun görünecektir. Yani kahverengiden capcanlı olmasını veya kalabalık bir ortamda fark edilmesini bekleyemeyiz. Mavi ve tonları sırada... Lacivert mesela. Lacivet mavi tonu olduğunu kabul etmez, ben farklıyım der hep, kendini siyaha yakın gösterir. Bu renk gerçek hayatta sabit fikirli, inatçı insanların tam karşılığı olsa gerek. Saatlerce dil dökersiniz, tam ikna oldu dersiniz ama o yine de kendi savunduğu düşünceyi öne atar. Ona inatçı olduğunu söylersiniz bunun üstüne de ' ne alakası var ya?' diye size çıkışır. O yüzden lacivert insanlara dünyayı kendi etraflarında döndürmeye çalışıyor diyebiliriz. Daha açık mavi tonlarına gelelim mesela gök mavisine... Tamamen özgür insanlardır benim gözümde. Ne zaman nerde olmak isterlerse o an orda olurlar. Sırt çantalarını alıp çıkarlar gezmeye. Özgürlükleri dışında hiçbir şeyi kafaya takmazlar. Geniş insanlardır. Şu an kafası attıysa bir kaç saat sonra düzeliverir. Yani bu tür insanlar ne olursa olsun gülmeyi başarırlar.
Sarıya bir göz atalım şimdide. Sarı tonlarını hayatımızın hemen hemen her anında görmemiz mümkündür. Bir çoğumuza hüznü anlatabilir. Sonbaharı anımsatabilir. Sarı bana her zaman biraz eksik gelmiştir. Yani her şeyden azar azar anlayan insanlara bağdaştırabiliriz bu rengi. Sarı renkli insanlar biraz gitar çalmayı bilir, kendine yetecek kadar bilgisayardan anlar, biraz romantiktir vs vs. Yani bir konuda uzman değildirler. Çok yönlü ama her şeyden azar azar... Peki ya kırmızı? Kırmızı deyince aklımıza ne geliyor? Durun siz söylemeden ben bir kaçını söyleyeyim: bayrak, gül, ateş, seksilik... Kırmızıyı hayatımızın her anına koyabiliriz, her şeyin yanına yakıştırabiliriz. Bir tokada, bir kurdelada, küçük bir kız çocuğunun yanaklarında, sevgilisine verilmek istenilen bir gülde, bir kıyafette, çantada harika durmuyor mu kırmızı? Hatta o kırmızı bayanlar tarafından dudaklara sürüldüğü an hanımefendiyi bulunduğu ortamda fark edilmesine sebep olur. Ne giyerse giysin kırmızı ruj yakışır ona. O yüzden kırmızı erkeklerden çok bayanların rengi bana göre. Kırmızı renkli bayanlar tehlikelidir bana göre. İstediklerini yaptırana kadar bir çok yolu denerler. Buna cazibeleri de dahil. Sonuçtan memnun olmazlarsa yine başkasına yorarlar bu olumsuzluğu... Kırmızılar da dünyayı etraflarında döndürmek istiyor diyebiliriz. Tüm bunları bir kenara bırakacak olursak kana rengini veren de kırmızı değil midir ve hangi birimiz kan görmeye tahammül ederiz?
Siyahtan bahesedelim biraz da... Herkesin aklına geldiği gibi siyah bende de kapalılığı anımsatıyor. Ne yaparsak yapalım çok az şey öğreniriz biz bu siyahlar hakkında. Çünkü çok konuşmazlar, ortada çok görünmezler. Hayatlarını yeniden şekillendiren, yeni bir sayfa açan insanlar olarak da algılayabiliriz bunları. Melankolik olup da siyah olanlar vardır birde... Onlar bunalım takılmayı severler. Odalarındaki panjuru indirip gece, gündüz öyle oturmayı severler yarasa misali... Ayaklarını birleştirip, öne doğru uzatıp başlarını dizlerine koyup düşünmeyi seven tiplerdir benim gözümde. Hayatta 2 rengin olduğunu kabullenmeme rağmen büyüdükçe bu düşüncemden uzaklaşıyorum. Sanırım yaşlılığımda yeşille yapacağım jübileyi. Hayat siyah ya da beyazdır bence. Yani ya evet vardır ya da hayır! Çekimser olmak yok. Ancak gri bana evrende var olduğunu gösterdi. Bunu kısa bir olayla anlatabilirim. Park ya da kafe gibi kalabalık bir yerde sevgilinizi bekliyorsunuz. O da karşıdan geliyor ve sizi görünce gülümsedi. O gelmeden kokusu geldi burnunuza ve bayılacak gibisiniz. Ona olan özleminizle sarıldınız, etrafta sanki kimse yok. Gözleriniz nemli ve sevgilinizin de öyle. Kalp atışlarını hissettiniz bir anda. İşte gri renk tam buradadır. Etraf bir an da gri görünür gözünüze. Gerçekten seviyorsanız, o yanınızdayken özlüyorsanız, kokusuyla sarhoş oluyorsanız, çeşitli çılgınlıklar yaparken, çocuk gibi davranırken, elini tutarken etraftaki insanları görmüyorsanız geçmiş olsun(!) siz aşıksınız ve hayat size artık sade ve sadece gri! Etraf parlar size, çevreye 32 dişinizle gösteri yaparsınız çünkü sevginiz içinize sığmaz hale gelir. O an sizi sinirlendiren birine dahi zeytin dalı uzatırsınız. Siz sevgilinizin yanında onu sevmeyi de seviyorsunuz çünkü... On'lu dakikalarda sizdeki zeytin dalları kırmakla bitmez!
En sona etrafta hiç görmediğim beyazı bıraktım. Beyaza yakın çok insan gördüm hatta ' gel de şimdi bunun içinde kötülük ara! ' dediğim çok insan oldu ama hepsi beyaza yakınlar, beyaz değiller! Çünkü beyaz Tanrı'nın rengi. Mükemmelliğin rengi... Hep derler ya beyazdan için ' her renkte vardır ama hiç biri değildir ' diye. Bu cümleye inanmazdım ta ki Allah'a yakıştırana kadar. Çünkü bastırmaya çalıştığımız halde içimizde en çok büyüyen şey inançtır. En ateistimizden tutun en yalancımıza, en küfürbazımızdan tutun en alkoliğimize hepimizin içinde ' Allah ' ın ismi saklıdır. Yolda giderken aniden korna sesiyle irkildiğimizde Hay Allah! deyip elimizle damağımızı yoklarız. Hakaretlerimizde dahi Allah'ı eksik etmeyiz ' Allah cezanı versin' tarzı. Çok sinirlendiğimiz anlarda da ' Allah Allah! ' deriz. Yani ne kadar uzak durmaya çalışırsak çalışalımo her zaman dilimizin ucunda. Zor anında ' Allah ' ismini anmadan kaçış arayan ateist ya da alkolik gördünüz mü? Bu yüzden hayat siyahla grinin yanında beyaz kokar...
Bir Tutam Orijinallik
Bu yazdığım yazı daha çok erkekleri ilgilendiriyor. Galiba biraz ' odun ' olmama hakkında bir yazı bu. Ne kadar ben böyle yazsam da en güzeliniz en odununu bulur. Aslında kıymet bilmekle alakalı bir şey bu. Çünkü çoğu kız ilişkide dizginleri ele aldıktan sonra sevgilisini istediği ölçüde değiştirir adeta baştan yaratır. Karakterini değiştirir, giyim tarzını, duruşunu, bakışını... Sonra da beğenmedim deyip bir kenara atar tıpkı çantası gibi. Sonra da istemediği karakterde bir erkekle toz pembe dünya hayal eder.
Ben şu cümleyi çözemiyorum: ' Ben bu işten anlamıyorum. ' Neyi kastettiğimi az çok anlamışsınızdır herhalde. Öyle üşengeç adamlardan bahsediyorum. Ne sorarsan sor ben anlamıyorum diyen tiplerden... Ha bir de herşeyden anlayanlar var. Herşeyden anlayanlar mı demeliyim yoksa herşeye atlayanlar mı? Muhtemelen çoğumuzun hayatında vardır böyle tipler yoksa dahi babamız şu cümleyi en az 1 kere kurmuştur: ' Hatun tamirciye ne gerek var? Getir ordan ingiliz anahtarını ben hallederim! ' Bu tip erkeği de kastetmiyorum. Bir düşünün şöyle anlayışlı, sizi koruyup kollayan, sizi güldüren ama yeri geldiğinde ağır abi yönü olan, hemen hemen her konuda fikir sahibi sevgilinizin olduğunu. Sevgiliden çok akıl hocası ya da bir dost gibi... Canı ne yapmak isterse o an onu yapan. Çocuk oyunlarının olduğu yerlere giren, sevgilisinin elinden tutup yürüyen merdivenleri tersten çıkan, sizinle kahve içip saatlerce sohbet etmeyi seven, modadan anlayan, sizi giydirmeyi seven, vitrin vitrin gezip üst baş bakan bir erkek için şu an kaçınız iç çekiyor?
Bütün bu yazılanları özetlersek ' işi bilen ama gerekmedikçe işe gitmeyen ' bir erkek modeli bu...Yani herşeyden anlayan ancak gerekmedikçe anladığını çaktırmayan biri. Şu yazıyı okurken hadi canım böyle erkek mi olur dediğinizi duyar gibiyim fakat emin olmalısınız ki, var!..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)