Okuyucu Sayacı

10 Mayıs 2012 Perşembe

İlgisizlik Kaderi


            Güleç insanların kaderlerinin kaçınılmaz sonu bu: ilgisizlik… İnsanlar hep güleçler ağlamaz sanarlari pozitif insanlar ya her şeye gülümseyerek karşılık verirler ya ağlamaz der bizimkiler. Bilmezler güleç insanın morali bozuk olduğunda hemen anlaşılacağını. Onu o anda hiç güldüremezsiniz biliyor musunuz? Çünkü o gülmenin hakkını tam verenlerdendir. Ya hep güler ya hiç gülmez, sırıtmaz bile. Gülmenin bir beceri olduğunu bilir. Herkes birçok şeyi yapabilir ama bunları yaparken yaşayamaz.  Mesela gitar çalmak, fotoğraf çekmek… Çağımızın günlerinde ‘ ergen hastalığı ‘ deyip eziyoruz. Zaten onların yaptığı gitar çalmak ya da fotoğraf çekmek değil, kendilerini oyalamak ancak yetişkinler olarak bunun farkında değiliz etiketi yapıştırıveriyoruz hemen. Onlar ne kadar gitar çalıyorum, fotoğrafı hem iyi çekiyorum hem de iyi çekiniyorum diye kendilerini kandırıyorlarsa biz de kendimizi ‘ bunlar ergen hastalığı ‘ diyerek kandırıyoruz. Aslolan gitarı çalmak değil gitarı yaşamak… O yüzden gülmek de böyle bir fiil. Komik bir olara tepki değil, insanları hayata bağlayan, karşındakine gülümsemeyi yaşatan bir gerçek olmalı gülmek… Hatta istemeli insan karşısındakinin bir daha gülmesini. Hiç olmadık bir zamanda, bir yerde uçurumdan aşağıya düşenin elini tutan eldir bir gülücük, huzur bahçesidir…
                      Güleç insan gülmediğinde ciddi bir sorun var demektir. Önemsenmek ister. “ Niye böylesin, neyin var? “ sorularını duymak ister ama duymaz. Bu onun kaçınılmaz sonudur, kendisine çevresinden armağan edilen bağışıklıktır. Oysa içindeki bütün tufanı dindirecektir o sorular.  Halbuki o etrafındakilere defalarca sormuştur hatta ve hatta zorla anlattırdığı olmuştur. Aklında bir sürü soru işareti vardır ve kendi tufanında boğulur artık. Bütün bunlar tek soruya dönüşür: İnsanlar bu halimi fark etmeyip beni gerçekten hissedemiyorlar mı yoksa dinlemek mi istemiyorlar? Bütün bunları kendi de yorumlamak, cevaplamak, başkalarına anlatmak ister ama anlatamaz çünkü soranı yoktur…

1.Dereceden ' Aşk '


                  Gözümü açtığımda nerede olduğuma dair hiçbir fikrim yoktu. Karanlık ve soğuktu, ürkütücüydü. Parmaklarımın uçlarını hissetmiyordum, içim titriyordu. En son hatırladığım sarı ışıkların olduğu bir sokakta bir şeyler aradığımdı. Hatırlamaya başladıkça içimi neye duyduğumu bilmediğim bir heyecan kaplıyordu. Gecenin karanlığında yağmur çisiyordu.  Telaşlı telaşlı koşturuyordum ben de bir o yana bir bu yana… Bir sonbahar tablosu gibi geliyordu aklıma hatırladıklarım; soğuk, hissiz, yetersiz… Uzun girişi olan müstakil bir ev hatırlıyorum en son. Merdivenlerin iki tarafında oturmak için yerler var. Sağ tarafta küçük bir kız çocuğu diz çökmüş, gecenin verdiği ürpertiyle olan biteni anlamaya çalışıyor.
                  Hatırlamak için hafızamı zorlarken derinlerden bir kapı sesi duydu. Nereden geldiği belli olmayan ışık kümesi bulunduğum yere izinsiz girmeye çalışıyordu ve devamında kalın bir ses: “ Kalk ayağa! “ Yerimde doğruluyorum. Ayağa kalkıyorum ki her yerim tutulmuş, ayazın ortasında terk edilmiş gibiyim… O ses “ Yürü! “ diyor bana. Yavaş yavaş anlıyorum nerede olduğumu, sanırım bir cezaevindeyim. Sağlık kontrolüne götüreceklerini söylüyorlar. Duyduğum kelimelerin yaşattığı şaşkınlıkla etrafıma geçici cevaplar veriyorum, yüzümde doğduğumdan haberdar olmamışım gibi bir yüz ifadesi… Karşımda doktor, bana sorular soruyor. Vücuduma dokunuyor, nereye dokunsa öyle bir acıyor ki sanki dokunmuyor da yumruklarını sıralıyor peş peşe. Alıp beni daha aydınlık bir yere getiriyorlar. Gelen gardiyan hakim karşısına çıkacağımı söylüyor ama ben daha suçumu bile bilmiyorum. Anlamsız anlamsız bakıyorum etrafa. Sanırım müebbet verdi hakim ama kimin umrunda? Benim aklımda hala o küçücük kızda…
                  Bugün buraya gelişimin bilmem kaçıncı yılı bitti. Oysa daha dün gibi hatırlıyorum her şeyi. İçeriye girdiğimin haftasında bir kağıt bir kalem istemiştim, çok heyecanlı olduğumu yazmışım, bana sorarsanız o heyecan hala aynı ilk haftasındaki gibi. Tabi yazdığım her satırda o küçücük kız var, burda olduğumu bile unuttum ama onu unutamadım. Kimdi, orada ne işi vardı? He bu arada sağlık raporunu merak edip sordum gardiyanlara. “ 1. dereceden aşık “ olduğumu yazmış doktor. Defalarca aşk nöbeti geçirmişim, hep onu sayıklamışım, her yol ona çıkıyor deyip durmuşum.Ondan kapatmışlar beni buraya. O sokakta ben kendimi arıyormuşum meğer…
                  O küçük kıza ne olduğunu ben de bilmiyorum ama tahmin edebiliyorum mahallenin parkında yabancı çocuklarla oynadığını…

Karanlıktan Şafağa


           Mutfakta kahve kavuruyordum kendimce. E insan bu yaşlarda başka zevke sahip olmaz değil mi? Yaşlı bir adamdım artık ve evimi yalnızlığımdan başka paylaşacak kimsem yoktu. Hayatı kendime göre yaşatıyordum. Her sabah caddeyi gören pencerenin kenarına oturup ardına kadar açardım pencereyi, eve bereketin girmesine izin verirdim. Güneş benle doğar, yeni güne birlikte başlardık. Ara sırada kahve kavurarak bayram havası yaşatırdım evde, tıpkı şimdiki gibi. Sacı ısıtırdım önce, kızgın hale geldi mi kahve çekirdeklerini koyduğum an iş tokmağıyla dövmekte. Çekirdeklerin çelimsiz olduğu vakit yağ gezdirince üstüne kahve içindeki kokuyu armağan eder eve. Bereketin kokusu bu! Tıpkı yağmurun toprağa armağan ettiği gibi. Unutmadan söylemeliyim ki kahveyi kavururken yağdan önce ter girecek sacın içine. Öyle terlemeden kahve içmek basit. Ancak önemli olan kahveyle birlikte anılarla alışveriş yapmak...

              Rahmetli dedem geldi aklıma. Biz onla otururken annem de bize poğaça yapardı. Dedem eline alırdı bir poğaçayı, kapardı gözlerini saniyelerce koklardı. ' İşte bunda emek vardı!' derdi. Annenin alınteri bunda, içindeki buğdayın yetiştiği toprak kokusu burada. Aslında poğaça yemiyoruz biz, buğdayı eken, sulayan, biçen, un haline getiren çiftçinin hakkını veriyoruz.

              Dedemin bu tarz hikayeleriyle büyüdüm ben. Her kahvede, her poğaçada farklı bir hikaye. Şimdilerde o hikayeler anı olarak geri dönüyor bana. Küçükken hep büyümek isterdik, orta yaşlarda pişman olurduk, son demlerde ise hepimizin ağzında aynı cümle: ' Ben senin yaşındayken... ' Geçmiş denen şey kıymet bilemediklerimizden ibaret. Koca koca ağaçlara yaslanıp ekmek yemek, yazın kavurucu sıcağında teninle barışık olan rüzgar şimdi çok eskilerde.

              Anılarda kaybolup giderken kapkaranlık bir dünyada buluyorum kendimi. Gözlerimi açmaya çalışıyorum, bir şeyler göreyim diyorum ama nafile. Elimle yokluyorum etrafımı ama sanki karşımda hareketli bir ayna var. Ben deyince o da bana deyiyor. Çok derinlerden sesler duyuyorum, sanırım annemle babamın sesleri. Kurtulmak istiyorum bu karanlıktan! Peki ama dışarısı çok mu aydınlık? İlerleyen zamanlarda o sesler bana güveni beraberinde getiriyor. Yepyeni bir ' ben ' olacağım artık. Sesler iyice artıyor, birbirine karışıyor. Galiba dışarısı kalabalık. Peki bunca insan biraraya gelip ne yapıyor? Acaba beni mi bekliyorlar?

Kendimi Sevmediğim Günler


                     Hani derler ya ' Sözün bittiği yerdeyim... ' Aslında bir sonun başlangıcı bu. Söz bitiyorsa elbet yerini düşünceye bırakıyordur. İşte bende düşüncenin bittiği yerdeyim. Artık akıldan geçen kelimelerin kağıt üstünde kalemle raks etme zamanı. Aslında afilli bir başlık yazıp altına da kocaman ' Ne baktın ki? Sana monotonluğun nesini anlatayım? ' demek vadı ancak muttaki biri değilim. Sanırım bu tek söz işi ceketi alıp çıkmaya benziyor, tabi bana göre değil.
                      Şöyle bir söz vardır ya ' İnsan ailesi Ve Tanrısı dışında her şeyde seçim yapabilir.'  Yalan! Akıllı olmayı da seçemeyiz mesela. Ama yaklaşabiliriz her gün bir öncekinden daha fazla çalışarak. Tabi tüm bu durumlarda egoizmden uzak durmak lazım. Bunları yaparken etrafa gülücükler savurmayı unutmamak lazım. Dünyayla birlikte başkalaşmak lazım yani.
                      En başında hep şikayet edersin, hakkımı yediler ya da ben bu emeklerin karşılığını hak etmiyorum dersin ta ki olayı etraflıca düşünene kadar çünkü kelebeğin kanat çırpışlarından fırtına çıkabileceğini sonralarda görürsün. Çekilirsin bir köşeye ve aklında tek bir cümle: ' Ben nerede yanlış yaptım?' Dinlediğin müzik ağırlaşır, ne uyuduğun zamana önem verirsin ne de yediğin yemeğe. Sabah kalkıp yüzünü yıkamak bile artık ekstra bir iş senin için... ' N'apıyorsun? ' diye mesaj atan arkadaşların ' müzik dinliyorum ya da herhangi bir şey yapıyorum ' cevabı yerine ' yaşamaya çalışıyorum ' tepkisini alırlar artık. Bir süre sonra her şeye tamam der kimliğine de bürünürsün. Hatta Azrail gelse git demek gelmez içinden. Geceler daha verimli senin için, en dürüst arkadaştır hayatında karanlık da olsa... Çünkü sırf sen üzülme diye ne varsa saklar içinde. Sen de kulaklığı takıp taşınırsın başka diyarlara. Ne insanların yanında olabilirsin ne de onların senin yanında olmalarına izin verirsin. Bir davette bulunan arkadaşına ' hayır ' ı yapıştırmak senin için artık çok sıradan, sen özgürsün ve en beklenmedik zamanda en beklenilmeyeni yaparsın. Uzaklaşmak istersin, telefonu kapatıp günlerce açmamak istersin ama anlarsın ki bu sahnelersin sadece filmlerde olduğunu... Sonra hayat bu dersin: ' Seni ne içine katıyor ne de senden vazgeçebiliyor! '
                      Düşünürsün acaba en son ne zaman mutlu oldum diye ama görmezsin içindeki huzuru. O bir tutam huzur seni Allah'a bağlayan ışıktır, bilmezsin. Sonra dersin ki ' Herkes gider ama O kalır! ' Bir bakarsın kendini şizofrenik dünyaların içinde bulmuşsun. Hatta  psikoloğa gidip ' Ben bunca şeyi düşünmeme rağmen sen benim çözemediğim neleri çözeceksin? ' diye sorasın gelir. Her şey sana artık boş ve bir o kadar da yalın... Hobilerin bile anlamaz dilinden.
                      En sonunda gereksiz tepkiler, kavgalar. Uzak diyarlardan gelip, esip gürlersin ama bilirsin ki o içindeki ateşin seni bile yakmayacağını... Ne yapsam, nasıl yapsam da içimdeki monotonluk maratonunu insanlara anlatabilsem. İşte o zaman hayat seni kendinle başbaşa bırakır ve bir Temmuz akşamı ' Kendimi Sevmediğim Günler ' i yazarsın...

Hayat Ne Renk Kokar?


           Hayatta iyi ya da kötü insan yoktur diye giriyorum söze. Öyle birine göre iyi ya da kötü değil bu tüm insanlığa göre. Çünkü insanlığın nefretini kazanmış biri yoktur hayatta. Bize göre kötü olan biri elbet birinin kahramanıdır. Öyle olmasaydı siyahla beyaz dışında hangi renk olurdu hayatta? İnsanların kişiliklerine göre ya da bazı olaylara göre sınıflandıracağız bu renkleri ama bırakın karakterleri dinlediğimiz şarkıdan tutun yediğimiz yemeğe kadarrenk değişikliği yaşarız. Hatta yolda yürürken hatırlamak istemediğimiz birinin parfüm kokusunu duyduğumuzda rengimiz anında değişir.
            Gelelim renk analizlerine... Öncelikle kahve tonuyla başlamak istiyorum. Krem, kahverengi artık aklınıza hangi tonu geliyorsa. Ben bu rengi hayatta pasif insanlara benzetiyorum. Yanına ne kadar canlı renk koyarsanız koyun o yine solgun görünecektir. Yani kahverengiden capcanlı olmasını veya kalabalık bir ortamda fark edilmesini bekleyemeyiz. Mavi ve tonları sırada... Lacivert mesela. Lacivet mavi tonu olduğunu kabul etmez, ben farklıyım der hep, kendini siyaha yakın gösterir. Bu renk gerçek hayatta sabit fikirli, inatçı insanların tam karşılığı olsa gerek. Saatlerce dil dökersiniz, tam ikna oldu dersiniz ama o yine de kendi savunduğu düşünceyi öne atar. Ona inatçı olduğunu söylersiniz bunun üstüne de ' ne alakası var ya?' diye size çıkışır. O yüzden lacivert insanlara dünyayı kendi etraflarında döndürmeye çalışıyor diyebiliriz. Daha açık mavi tonlarına gelelim mesela gök mavisine... Tamamen özgür insanlardır benim gözümde. Ne zaman nerde olmak isterlerse o an orda olurlar. Sırt çantalarını alıp çıkarlar gezmeye. Özgürlükleri dışında hiçbir şeyi kafaya takmazlar. Geniş insanlardır. Şu an kafası attıysa bir kaç saat sonra düzeliverir. Yani bu tür insanlar ne olursa olsun gülmeyi başarırlar.
            Sarıya bir göz atalım şimdide. Sarı tonlarını hayatımızın hemen hemen her anında görmemiz mümkündür. Bir çoğumuza hüznü anlatabilir. Sonbaharı anımsatabilir. Sarı bana her zaman biraz eksik gelmiştir. Yani her şeyden azar azar anlayan insanlara bağdaştırabiliriz bu rengi. Sarı renkli insanlar biraz gitar çalmayı bilir, kendine yetecek kadar bilgisayardan anlar, biraz romantiktir vs vs. Yani bir konuda uzman değildirler. Çok yönlü ama her şeyden azar azar... Peki ya kırmızı? Kırmızı deyince aklımıza ne geliyor? Durun siz söylemeden ben bir kaçını söyleyeyim: bayrak, gül, ateş, seksilik... Kırmızıyı hayatımızın her anına koyabiliriz, her şeyin yanına yakıştırabiliriz. Bir tokada, bir kurdelada, küçük bir kız çocuğunun yanaklarında, sevgilisine verilmek istenilen bir gülde, bir kıyafette, çantada harika durmuyor mu kırmızı? Hatta o kırmızı bayanlar tarafından dudaklara sürüldüğü an hanımefendiyi bulunduğu ortamda fark edilmesine sebep olur. Ne giyerse giysin kırmızı ruj yakışır ona. O yüzden kırmızı erkeklerden çok bayanların rengi bana göre. Kırmızı renkli bayanlar tehlikelidir bana göre. İstediklerini yaptırana kadar bir çok yolu denerler. Buna cazibeleri de dahil. Sonuçtan memnun olmazlarsa yine başkasına yorarlar bu olumsuzluğu... Kırmızılar da dünyayı etraflarında döndürmek istiyor diyebiliriz. Tüm bunları bir kenara bırakacak olursak kana rengini veren de kırmızı değil midir ve hangi birimiz kan görmeye tahammül ederiz?
            Siyahtan bahesedelim biraz da... Herkesin aklına geldiği gibi siyah bende de kapalılığı anımsatıyor. Ne yaparsak yapalım çok az şey öğreniriz biz bu siyahlar hakkında. Çünkü çok konuşmazlar, ortada çok görünmezler. Hayatlarını yeniden şekillendiren, yeni bir sayfa açan insanlar olarak da algılayabiliriz bunları. Melankolik olup da siyah olanlar vardır birde... Onlar bunalım takılmayı severler. Odalarındaki panjuru indirip gece, gündüz öyle oturmayı severler yarasa misali... Ayaklarını birleştirip, öne doğru uzatıp başlarını dizlerine koyup düşünmeyi seven tiplerdir benim gözümde. Hayatta 2 rengin olduğunu kabullenmeme rağmen büyüdükçe bu düşüncemden uzaklaşıyorum. Sanırım yaşlılığımda yeşille yapacağım jübileyi. Hayat siyah ya da beyazdır bence. Yani ya evet vardır ya da hayır! Çekimser olmak yok. Ancak gri bana evrende var olduğunu gösterdi. Bunu kısa bir olayla anlatabilirim. Park ya da kafe gibi kalabalık bir yerde sevgilinizi bekliyorsunuz. O da karşıdan geliyor ve sizi görünce gülümsedi. O gelmeden kokusu geldi burnunuza ve bayılacak gibisiniz. Ona olan özleminizle sarıldınız, etrafta sanki kimse yok. Gözleriniz nemli ve sevgilinizin de öyle. Kalp atışlarını hissettiniz bir anda. İşte gri renk tam buradadır. Etraf bir an da gri görünür gözünüze. Gerçekten seviyorsanız, o yanınızdayken özlüyorsanız, kokusuyla sarhoş oluyorsanız, çeşitli çılgınlıklar yaparken, çocuk gibi davranırken, elini tutarken etraftaki insanları görmüyorsanız geçmiş olsun(!) siz aşıksınız ve hayat size artık sade ve sadece gri! Etraf parlar size, çevreye 32 dişinizle gösteri yaparsınız çünkü sevginiz içinize sığmaz hale gelir. O an sizi sinirlendiren birine dahi zeytin dalı uzatırsınız. Siz sevgilinizin yanında onu sevmeyi de seviyorsunuz çünkü... On'lu dakikalarda sizdeki zeytin dalları kırmakla bitmez!
            En sona etrafta hiç görmediğim beyazı bıraktım. Beyaza yakın çok insan gördüm hatta ' gel de şimdi bunun içinde kötülük ara! ' dediğim çok insan oldu ama hepsi beyaza yakınlar, beyaz değiller! Çünkü beyaz Tanrı'nın rengi. Mükemmelliğin rengi... Hep derler ya beyazdan için ' her renkte vardır ama hiç biri değildir ' diye. Bu cümleye inanmazdım ta ki Allah'a yakıştırana kadar. Çünkü bastırmaya çalıştığımız halde içimizde en çok büyüyen şey inançtır. En ateistimizden tutun en yalancımıza, en küfürbazımızdan tutun en alkoliğimize hepimizin içinde ' Allah ' ın ismi saklıdır. Yolda giderken aniden korna sesiyle irkildiğimizde Hay Allah! deyip elimizle damağımızı yoklarız. Hakaretlerimizde dahi Allah'ı eksik etmeyiz ' Allah cezanı versin'  tarzı. Çok sinirlendiğimiz anlarda da ' Allah Allah! ' deriz. Yani ne kadar uzak durmaya çalışırsak çalışalımo her zaman dilimizin ucunda. Zor anında ' Allah ' ismini anmadan kaçış arayan ateist ya da alkolik gördünüz mü? Bu yüzden hayat siyahla grinin yanında beyaz kokar...

Bir Tutam Orijinallik


                   Bu yazdığım yazı daha çok erkekleri ilgilendiriyor. Galiba biraz ' odun ' olmama hakkında bir yazı bu. Ne kadar ben böyle yazsam da en güzeliniz en odununu bulur. Aslında kıymet bilmekle alakalı bir şey bu. Çünkü çoğu kız ilişkide dizginleri ele aldıktan sonra sevgilisini istediği ölçüde değiştirir adeta baştan yaratır. Karakterini değiştirir, giyim tarzını, duruşunu, bakışını... Sonra da beğenmedim deyip bir kenara atar tıpkı çantası gibi. Sonra da istemediği karakterde bir erkekle toz pembe dünya hayal eder.

                   Ben şu cümleyi çözemiyorum: ' Ben bu işten anlamıyorum. ' Neyi kastettiğimi az çok anlamışsınızdır herhalde. Öyle üşengeç adamlardan bahsediyorum. Ne sorarsan sor ben anlamıyorum diyen tiplerden... Ha bir de herşeyden anlayanlar var. Herşeyden anlayanlar mı demeliyim yoksa herşeye atlayanlar mı? Muhtemelen çoğumuzun hayatında vardır böyle tipler yoksa dahi babamız şu cümleyi en az 1 kere kurmuştur: ' Hatun tamirciye ne gerek var? Getir ordan ingiliz anahtarını ben hallederim! ' Bu tip erkeği de kastetmiyorum. Bir düşünün şöyle anlayışlı, sizi koruyup kollayan, sizi güldüren ama yeri geldiğinde ağır abi yönü olan, hemen hemen her konuda fikir sahibi sevgilinizin olduğunu. Sevgiliden çok akıl hocası ya da bir dost gibi... Canı ne yapmak isterse o an onu yapan. Çocuk oyunlarının olduğu yerlere giren, sevgilisinin elinden tutup yürüyen merdivenleri tersten çıkan, sizinle kahve içip saatlerce sohbet etmeyi seven, modadan anlayan, sizi giydirmeyi seven, vitrin vitrin gezip üst baş bakan bir erkek için şu an kaçınız iç çekiyor?

                   Bütün bu yazılanları özetlersek ' işi bilen ama gerekmedikçe işe gitmeyen ' bir erkek modeli bu...Yani herşeyden anlayan ancak gerekmedikçe anladığını çaktırmayan biri. Şu yazıyı okurken hadi canım böyle erkek mi olur dediğinizi duyar gibiyim fakat emin olmalısınız ki, var!..